Sevdigim filmleri paylasmak istedim...

Saturday, December 29, 2007

dikkat

yeni post ekledim ama yazmaya onceden basladigim icin alta kaydi. Paris Je T'aime'le ilgili....

muhabbetle

Wednesday, November 28, 2007

Kisa Geciyorum....

Bir zamanlar boyle bir liste yapmisim, yazmayi dusundugum filmlerle ilgili. Son zamanlarda buraya ne kadar az ugrayabildigim dusunulurse, hepsi hakkinda ayri ayri yazmak yerine birkac kelime dahi olsa yorum yapmakla yetinecegim herhalde...

So it goes....

The Ice Harvest: Sirf John Cusack var diye aldim, cok guzel bir film degil, fazla kasvetli cekim ortamlari, kis mis, pek sevmedim...
Proof: Bir matematikci olarak, meslektaslarim hakkinda yapilan filmlere bayiliyorum. Bu oyundan uyarlanma filmi matematikle uzaktan yakindan alakasi olmasa da herkese tavsiye ediyorum, Gywneth Paltrow, Anthony Hopkins guzel oyunculuk cikarmislar. Jake Gylenhaal, Gywneth'in erkek arkadasi olarak biraz genc gorunse de o da iyi... Tavsiye edilir...
Wallace and Gromit: The Curse of the Were Rabbit: Muthis! Animasyon filmleri seven biri olarak, son zamanda ozellikle Pixar Disney ile birlestikten sonra cikan yapimlar fazla wishy washy geliyordu. Ingiltere'den gelen bu anime, konu olarak da teknik olarak da cok hos. Adamlar nerdeyse 4-5 sene harcamislar bu film icin. Mutlaka izleyin!
Inside Man: Ben artik Jodie Foster'i sevmiyorum. Hos ne zaman cok sevmistim ki, Panic Room da iyiydi en son, ondan sonraki filmleri vasat. Burda da yine Denzel amcam olayi kurtarmaya calisiyor ama yeterli degil..Vakit gecirmek icin izlenebilir.
The death of Mr. Lazarescu: Guzel bir yapit. Bulabilirseniz izleyin, Hollywood'dan guzel bir kacamak...
The sentinel: Yine siradan bir film. Michael Douglas da yaslanmis artik, emekliye ayrilsa iyi olur..
happiness: Hmmm, bu filmi bana tavsiye eden cocuk, sunu eklemisti, biraz degisik bir filmdir dikkatli ol. Zaten oyuncu kadrosunda Philip Seymour Hoffman'i gorunce biraz iskilleniyor insan...

Happiness:
konu itibariyle cok gercekci bir film, cok guzel noktalara parmak basiyor ama parmak basilmasi o kadar da kolay olmayan konulara da girdigi icin bazilari icin izlemesi kolay olmayabilir. Evli, cocuklari olan suburban abla muthisti mesela...Degisik bir film denemek isteyenlere...
Derailed: Evet, bir karar daha aldim: Jennifer Aniston tek boyutlu biri, sadece rachel rolunu becerebiliyor, o da belki kendi karakterine cok yakin oldugu icindir. Derailed, hakkinda cok hype yapilan bos bir film... Vakit kaybetmeyin derim..
Thank you for smoking: Iste guzel film diye buna derim. Muthis orjinal bir konu, harika oyunculuk daha ne istersiniz. Ben sadece ismi icin bile giderdim bu filme. Tam isabet. Kacirmayin derim.
amores perros: Kopek dovusu sahnelerini gormeyi kaldirirsa mideniz, guzel bir film ama bence serinin en guzel filmi hala 21 grams. gael garcia bernal icin izlenebilir...
quiz show: muthis guzel bir film. John Turturro'yu genelde begenen biri olarak bu filmi kesfettigim icin mutluyum. Avukati oynayan aktorun aksanina bittim, Boston civarinda gecirdigim yazi hatirlatti bana. Aksanlara zaten hayran biri olarak filmi pur dikkat izledim. Konu olarak da cok orjinal, yasanmislik kokuyor.. Izleyin!
bee season: Richard Gere'i aktor olarak degil de bir insan olarak seviyorum. Bu filmde biraz fazla spirituel takilmis ama film belli bir sure sonra cok uzun geliyor. Kucuk kiz cok seker. Juliet Binoche, yine her zamanki gibi... Izleyebilirsiniz.
el mariachi: Cok hos bir film. Mariachi muzisyeni ile mariachi kiyafetli katil birbirine karisiyor. Hikaye guzel, sonu da guzel... Izleyin.
the break up: Bu listedeki ikinci Aniston filmi degil mi? Evliliklerinin bitmesinden ziyade, beraber yasadiklari eve sahip olamamaya uzulen bir cift. Bosuna vaktinizi ya da paranizi harcamayin derim..
stranger than paradise: Jim Jarmusch klasigi, mutlaka izleyin derim, fazla soze gerek yok.
lantana: bunu yasmistim zaten....
a prairie home companion: yeni kesfettim, pazar gunleri dinledigim radyo istasyonunda var prairie home companion. eskilerin radyoya esir ama guzel bir esaret gunlerini hatirlatan eglenceli bir film, bi de lindsay lohan olmasaydi, daha guzel olurdu..
silver city: cok guzel bir satir. amerikada politik hayata bakis, eglenceli bir bakis.
scotland,pa: eski ama eglenceli bir film, bulursaniz izleyin.
the wrong guy: Dave Foley'den guzel ve eglenceli bir film daha...
the notebook: Kitaptan uyarlama bir sinema filmi. Kitabin yazarini pek sevmesem de, ve filmdeki ask hikayesi utopik de gelse, Rachel Mcadams ve Ryan Gosling her zaman izlenmeye deger....
akeelah and the bee: spelling bee'lerle ilgili izledigim ucuncu film. Lawrence Fishborne guzel bir oyunculuk cikarmis. Fena degil, izlenebilir..
the limey: Hollywood disinda sinema izlemek isteyenlere, degisik bir film. Ama cok fazla sey beklemeyin.
the blind swordsman: Harika bir film, ben ki action iceren filmleri pek sevmem. Haluk Bilginer'in oynadigi Polis filminin bu fimlden uyarlandigi soyleniyor ama Zatoichi kesinlikle 100 kat daha ustun bir film. Kesinlikle izleyin.
volver: Bu sene izledigim en guzel 5 filmden biri...Kacirmayin.
friends with money: Listemdeki ucuncu Jennifer Aniston filmi. Konu olarak ve isleyis olarak guzel bir film ama ben Jennifer Aniston'a olan antipatimden hala kurtulamadim...Francis Mcdormand ve esini oynayan aktor muthisti.. izlenebilir...
blood diamond: Leo'dan guzel bir film. Bu filmi izledikten sonra pirlanta takilara karsi insanin gorusu ister istemez degisiyor.Kacirmayin...
the last king of scotland: Oscar odullu film. Idi Amin'in politik hayatini konu alan film izlenmeye deger.
dear frankie: Emily Mortimer'in oynadigi Dear Frankie, muthis bir film. Kesinlikle izleyin. Ogluna babasindan geldigini zannettigi mektuplar yazan anne ve kiralik baba rolunde bir adam.... Muthis etkileyici...

Biliyorum cok kisa ve acele oldu ama simdilik boyle olsun. Cok yakinda size Paris, Je t'aime le ilgili bir yazi yamayi planliyorum.

Muhabbetle

Paris, Je T'aime/ Paris, Seni Seviyorum

Oncelikle Paris'e hic gitmemis biri olarak filmi izlerken kendimi biraz boslukta buldum, onu soylemek isterim. (Eger aranizda Paris'e gitmis olanlar varsa ve bu mekanlari biliyorsaniz belki filmden daha cok zevk alabilirsiniz.)
18 yonetmenin biraraya gelip kisa 5-10 dakikalik bolumler cektigi, bolumler arasindaki gecislerin gayet basarili oldugu, ana temanin filmin isminden de anlasilacagi gibi Paris ve ask oldugu, unlu, unsuz pekcok aktorun biraraya geldigi muthis bir ensemble...

Tek tek bolumler uzerinden gecmek istiyorum. Aslinda 20 bolum cekilmis ama sonra iki tanesinden vazgecmisler herhalde. Siralama asagida:
1.MONTMARTRE: Park yeri arayan bir adam, yoldan gelen gecenlere bakiyor, neden bir sevgilisi olmadigini dusunuyor, sonra arabasinin yaninda bir kadin dusup bayiliyor, kadini arabasina yatiriyorlar ve biraz konusuyorlar... gayet siradan bir acilis, Paris'in park sorununu yakindan gormemizi sagliyor.
2.QUAIS DE SEINE: Sahilde oturan uc genc gelen gecene laf atiyorlar, bu sirada yakinlarinda oturan Musluman bir kiz onlara bakip yaptiklarina guluyor, kalkip yururken dusuyor, iclerinden biri gelip yardim ediyor kizin kalkmasina, sonra biraz konusuyorlar, kiz camiye dedesini almaya gidiyor, bu sirada genc cocuk Francois kizi takip etmis, tekrar karsilasiyorlar, dedesiyle tanistiriyor ve beraber yuruyorlar...Yonetmen Gurinder Chadha cok basit ama duygusal bir bolum ortaya cikarmis, tebrikler...
3.LES MARAIS: Bu da unlu bir yonetmenden, Gus Van Sant. Bir atolyeye bir kadin ve yaninda genc bir cocuk giriyor. Genc, icerdeki diger cocukla konusmaya basliyor, ona beraber birseyler icmeyi v.s teklif ediyor, ama karsi taraftan hic cevap gelmiyor. Ayrildiktan sonra ise, konusmasindan hicbirsey anlamadigini soyluyor cunku fransizca bilmiyormus... Biraz marjinal birseyler katalim demisler ama bence cok basarili bir parca olmamis. Oyuncular daha iyi olabilirdi, fikir guzel ama...
4.TUILERIES: Coen Brothers'dan harika bir bolum. Ve tabii ki basrolde kim var Steve Buscemi! Metroda geciyor bu sahne. Klasik bir turist Steve, metroda karsi istasyonda bir cift goruyor. Oylesine bakarken adam bagirmaya basliyor ne bakiyorsun diye, sonra kiz arkadasiyla tartisiyorlar ve kiz karsiya yani Steve'in yanina geciyor ve.... hepsini soylemiyim iyisi. Bence cok guzel, eglenceli bir bolum olmus. Coen Brothers her zamanki gibi muthis!
5.LOIN DU 16 IEME: Bu bolum beni cok etkiledi. Maria full of grace'de oynayan Catalina Sandino Morino, kucuk bir cocugu olan bir anne. Sabah erkenden kalkip kendi cocugunu bakim evine birakiyor, metroyla uzun bir yol katettikten sonra zengin bir ailenin evine ulasiyor. Isi cocuk bakiciligi.... Hem kendi cocuguna hem de baktigi cocuga soyledigi ninni buyuleyici. Muhtesem bir bolum!
6.PORTE DE CHOISY: Avustralyali yonetmenden gelen bu bolum biraz tuhaf. Parisin Cin mahallesinde bir guzellik salonunu arayan yasli amca, kacik salon sahibi, vs., vs.... begenmedim...
7.BASTILLE: Karisiyla ayrilmayi planlayan adam, yemek icin bulusuyorlar, karisi hasta oldugunu soyluyor ve adam tabii ki karisindan ayrilmiyor. cok guzel islenmis, duygusal bir bolum.
8.PLACE DES VICTOIRES: Juliette Binoche, oglunu kaybetmis bir anne, hala aci cekiyor ve "closure" dedikleri olay gerceklesmemis. Bir gece oglu gelip annesine endise etmemesi gerektigini soyluyor. Muthis duygusal bir bolum.
9.TOUR EIFFEL: Iki pandomimcinin ask hikayesi, hos anlar var ama cok bi hikaye olmadigindan favorilerimden degildi. Eifel kulesinin yakinindaki Amerikali turist harikaydi!
10.PARC MONCEAU: Alfonso Cuaron'un yonettigi parcada Nick Nolte var. Genc ve guzel bir kizla bulusup biraz yuruyorlar, hayat hakkinda vs. konusuyorlar, kiz hayatindaki yeni erkekten bahsediyor,sonra kiz bi arkadasiyla bulusup sanirim sinemaya gidiyor ve Nick Nolte kizin bebegine bakiyor, sanirim kizin hayatindaki yeni erkek cocugu ve Nick Nolte de kizin babasi, sanirim....guzeldi.
11.QUARTIER DES ENFANTS ROUGES: Maggie Gylenhaal Amerikali bir aktrisi oynuyor. Uyusturucu saticisi biriyle tanisiyor ve adam numarasini veriyor. Aradan zaman geciyor ve adami ariyor ama bulamiyor. Pariste yasanmis kucuk bir ask hikayesi, biraz karanlik ama....
12.PLACE DES FETES: Bu bolumde beni en cok etkileyenlerden biri. Afrikali gocmen adam arasira gordugu bir kiza asik oluyor. Ama kiz bunu farketmiyor. Adam kiza sarkilar soyluyor... Sonra adam bicaklaniyor, kiz paramedik, yardimina geliyor, adam kahve icelim diyor ve yine kiza sarkilar soyluyor. Uff nasil anlatilirki bu bolum, izleyin, harika....
13.PIGALLE: Iki yasli aktorun arasinda gecen uzun ve pek de etkileyici olmayan diyalog. Begenmedim...
14.QUARTIER DE LA MADELEINE: Bu da kotu bolumlerden biriydi. Vampirler de asik oluyormus onu anladik. Unlu isimlerin oynuyor olmasi bence hic birsey ifade etmiyor...
15.PERE-LACHAISE: Bu bolumde biraz kendimi buldum desem yalan olmaz. Evli bir cift, Oscar Wilde'in mezarini ariyorlar. Kadin ve adam farkli uzaylarda yasiyorlar biraz ama sonunda guzel seyler oluyor. Alexander Payne Oscar Wilde oluyor mesela.... :) Tabii bir de Emily Mortimer, her zaman izlenir...
16.FAUBOURG SAINT-DENIS: Bu da cok hos bir bolum. Kor bir gencle Natalie Portmanin karakteri arasindaki ask hikayesine bir bakis. Cekimler harika, ozellikle tren istasyonundakiler. Kacirmayin.
17.QUARTIER LATIN: Bu da yine unlu isimlerin pek bir sey ifade etmedigini tasdik eden bir bolumdu ama digerine gore daha eglenceliydi. Gerard Depardeeu bilem var....
18.14TH ARRONDISSEMENT: Son bolum Alexander Payne'den. Bekar bir Amerikali postaci, Parise geliyor ve Fransizca dersi icin yasadiklarini anlatiyor. Cok guzel bir bolumdu. Bence filme de cok hos bir bitis olmus. Margo Martindale harika...

Filmin kapanis muzigi de cok guzel, hepsini olmasa da bazi bolumlerin nasil gelistigini biraz daha goruyoruz.

Paris Je T'aime, Love Actually gibi bir film. Bazi bolumlerinde daha basarili bazilarinda degil ama yine de izlenmeye deger bir film oldugu kesin.

Ana mesaj sanirim, kim olursak olalim, nerden gelmis olursak olalim, ask dilini anlayabiliriz!

Iyi seyirler!

Tuesday, November 06, 2007

All the King's Men

Nasil anlatsam, nerden baslasam.... Uzun zamandir yogunluktan, ne film izleyebiliyorum, ne de buraya yazabiliyorum. Haftaici film izlemeye vaktimiz olmadigi icin, Blockbuster uyeligimizi iptal ettik. Sinemaya da uzun zamandir gitmiyoruz cunku pahali. Boyle olunca cok degil nerdeyse hic film seyredemiyorum, evde kablolu yayin da yok. Neyse uzun lafin kisasi gecen gun burdaki kutuphanede All the King's Men'i gordum. Cok muhtesem bir film olmadigini duymustum ama Kate Winslet ve Sean Penn var diye aldim. Iyi ki de almisim. Ben begendim filmi.

Film kisaca 1949'da yapilan ayni isimli filmin remake'i. Robert Penn Warren'in romanindan uyarlanmis. Iki versiyon arasindaki tek fark sanirim, ilk film olaylari Willie Stark'in persperktifinden anlatiyormus, bu filmde ise olaylari gazeteci Jack Burden'in gozuyle goruyoruz. Stark (Penn) Louisiana'da eyaletin bir biriminde mufettis olarak calisiyor. Bir ihalede donen yolsuzlugu gorunce isinden oluyor. Kapi kapi saticilik yapmaya basliyor. Tam bu siralarda eyalette vali secimi var. Iki adayda al birini vur otekine kabilinde yolsuzluga batmis durumda, adaylardan biri karsisindaki adayin oylarini bolmek amaciyla, yakinindaki birini (James Gandolfini) Sratk'a gonderip onu valilik secimine katilmaya tesvik ediyor ve Willie de gaza gelip giriyor yarisa. Stark'in secim kampanyasini takip eden gazeteci Burden (Jude Law) bu senaryonun farkina variyor, garip bir sekilde Stark'a isinmaya basliyor. Nihayetinde Stark da olanlari farkedip, kobayliktan cikip gercekten aday olarak yarisa katiliyor. Kirsal kesimden geldigi icin ordaki insanlara nasil hitap edecegini biliyor. Diger adaylarin ne kadar batakta olduklarini kendisi gelince fakirler icin calisacagini v.s. soyluyor ve oylari alip vali oluyor. Burden'i da yanina danisman olarak aliyor. Burden, aile olarak daha aristokrat bir yapidan geldigi icin ailesinin tepkilerine ragmen Stark'la calismaya basliyor. Guc kendi eline gecince, Stark da her politikaci gibi, bozuluyor. Esini turlu kadinlarla aldatiyor, arkadaslarini ya da yakin cevresini koruyor ve rusvet, yolsuzluk hepsi hak getire....Bir zamanlar elestirdigi her ozellige simdi kendisi sahip..

Romani okumadigim icin ve de diger versiyonu seyretmedigim icin tam bilemiyorum ama birkac paralel hikaye daha var filmde. Burden ile Kate Winslet'in karakteri arasindaki ask, kullenmis ama hala birseyler var, sonra Winslet'in Stark'la iliskisi, Winslet'in abisinin Stark'in kuracagi hastanenin basina gecmeyi kabul etmesi ama sonradan donen oyunlari anlayip Stark'i vurmasi, Stark'in "impeach" edilmesi, Burden'in uvey babasinin bu isin basinda olmasi ve Stark'in Burden'i uvey babasi hakkinda kirli camasir bulmak ile gorevlendirmesi, Stark'in yaninda calisan kadinin diger kadinlarla olan iliskisini kiskanmasi vs......

Butun bu olaylara ragmen, filmin Burden'in perspektifinden anlatimi gayet basariliydi bence. Oyunculuklar da guzel. Anthony Hopkins, Burden'in babasi, Kate Winslet ve Mark Ruffalo abi-kardes ve Patricia Clarkson Stark'in yardimcisini oynuyorlar. Genis bir kadro ama hepsi rollerini guzel kotarmislar.

Eger firsatiniz olursa izleyin derim.....

P.S. Filmi izlerken hep dilime Deniz Arcak'in "All the king's horses and all the king's men " sarkisi takildi....

Friday, September 14, 2007

Son zamanlarda izlediklerim

Ise basladigimdan beri pek yazmaya vaktim olmuyor. Zaten cok film de izleyemiyoruz.

Son zamanlarda izlediklerim sunlar:



1. Dirty Rotten Scoundrels (1988)- Kirli, Curuk ve Adi
Steve Martin harici oyunculari begendim. Michael Caine muhtesemdi, farkli aksanlarla konusmasi, hele de sondaki Avustralya aksani muhtesemdi. Glenne Headly de harikaydi, filmin sonuna kadar kandirdi hepimizi.

2. TMNT (2007) - Ninja kaplumbagalar
Cocukluk yillarima gittim birden. O zamanlar Star'da yayinlanirdi TNMT cizgi filmleri ve bizim evde Star yoktu, ben izleyemezdim. Servis duraginda diger cocuklar aralarinda kendilerine Donatello, Raphael, Michalengelo ve Leonardo isimlerini verir, bana da April derlerdi ama ben April'i cok sonralar gorecektim.
Animasyonlar fena degil. vakit gecirmek icin izlenebilir.

3. Ray (2004)- Ray
Oscar odullu Jamie Foxx, American muzik dunyasinin en unlu isimlerinden Ray Charles Robinson'u canlandiriyor bu biopic'te. Filmin muzikleri harika ama yasanti olarak Ray kendini epey harcamis, izlerken uzuntu duydum. Ahmet Ertegun'u guzel portre etmisler. Bayan oyuncular da guzeldi. Jamie'ye in iyi oyuncu odulu verirmiydim bilemiyorum ama.

4.Fracture (2007) - Cinayet Gecesi
Anthony Hopkins ve Ryan Gosling'den guzel bir film. Karisini yaralayan sonra da olduren zengin adamla, onun davasina atanan ama ilerde buyuk bir hukuk firmasinda calismayi hedefleyen, %97 davalarini kazanmis, genc, hirsli avukat arasinda gecen hesaplasmayi anlatiyor film. Ryan Gosling her zamanki gibi izlemeye deger...

5. The Perfect Stranger (2007)- Kusursuz Yabanci
Halle Berry'i de Bruce Willis i de severim ama bu filmde ozellikle Halle Berry'nin hareketleri biraz "over-the-top" geldi bana. Bir de Giovanni Ribisi'yi pek sevmedigimden onunla olan sahneleri de yuzumu burusturarak seyrettim. Ama sonunu guzel twist etmisler. Cok birsey beklemeden izlenebilir.

6. Perfume: The story of a murderer (2006) - Koku: Bir katilin hikayesi

Bunun icin ayri bir post yazmak gerek. Fazla acik sahneleri saymazsak (sanatsal aciklik ama yine de rahatsiz edebilir belli bir sure sonra) guzel bir filmdi. Dustin Hoffman'i tekrar perukla gormek ilginc, ama bu sefer fazlaca yaslanmis.

7. In The Heat of the Night (1967)- Gecenin sicaginda
Eski filmlere olan fikrimi degistiren bir film. Sidney Poitier izlemeye deger. Konusu da Amerika tarihini daha iyi anlamaya yardimci oluyor.

8.Paper Moon (1973)- Beyaz Ay
Baba-kiz aktorlerden cok hos ve eglenceli bir film. Eger elinize gecerse mutlaka izleyin.

Biraz daha var ama simdilik bu kadar olsun.

Muhabbetle

Thursday, August 30, 2007

The Return / Donus

Gecen gun kiraladik bu filmi. Eve getirince esim "Aaa, ben bunu izlemistim" dedi, ama oturup benimle ikinci kez izledi. Bu olay benim basima gelse herhalde ben de aynisini yapar ve oturur tekrar izlerdim Donus'u...

Daha once Rus sinemasindan cok film seyrettigimi soyleyemem, cok merak etmeme ragmen Tarkovsky'i hic seyretmedim mesela, belki daha vahimi Rus edebiyatina da cok yakin degilim. Sanirim cok uzun yillar once Dostoyevsky'nin bir kitabi elime gecmis ama bunalip birakmistim okumayi. Sonralari ise populer seylere karsi duydugum (her zaman degil ama cogu zaman) uzak durma hissiyle tekrar denemedim. Velhasil, belki biraz arka planda bilgim olsaydi, cok daha zevk alabilirdim bu filmden ama herseye ragmen izlemenizi siddetle tavisye ediyorum.

Film, uzun zaman sonra eve donen bir baba ve iki oglunun ciktiklari bir yolculuktan ibaret. Buyuk ogul, babasinin yillar sonra cikip gelmesine seviniyor ve elinden geldigince onunla guzel zaman gecirmeye gayret ediyor. Kucuk ise daha cok sorgulayan bir tip. Babasinin birdenbire cikip gelmesinin nedenini anliyamiyor ve bunca zaman icinde birikmis hinci ondan almaya calisiyor. Baba da biraz soguk bir tip, biraz kaba pek birsey anlatmiyor. Sonu epey trajik biten bir film o yuzden cok birsey soylemek istemiyorum.

Goruntuler, muzik, replikler hepsi cok guzel. Oyunculuk harika. Pekcok odul alan bu filmi kacirmayin derim.

P.S. Filmde buyuk oglu oynayan cocuk, film gosterime girmeden cok az bir zaman once, filmin cekildigi golde bogularak olmus. Cok uzuldum....

P.S.2. Filmle ilgili ayrintili bilgi edinmek icin IMDB'ye bakabilirsiniz. Yazmaya usendim biraz.

Friday, August 17, 2007

Fatih Akin Fimleri

Bundan sonra biraz format degisikligi yapmaya karar verdim. Izledigim filmleri yazmaya, hele calismaya baslayali zaman bulamiyorum. Bir de filmlerin konusunu, gidisatini anlatmak yerine, bir yonetmen ya da bir aktoru ele alip onlarin en sevdigim filmlerini yazmam daha kolay olacak. Boylece yazdigim filmleri seyredemeyenler dahi en azindan o aktorun yonetmenin diger bir filmi hakkinda da yorumlarini, paylasimlarini iletebilirler.

Ilk olarak kiminle basliyalim, hmmm, ilk yazdigim film olan Im Juli'nin yonetmeni Fatih Akin'la baslayalim hadi ne dersiniz?

Fatih Akin Almanya dogumlu, ailesi Turk, kendisi de sanirim German-Turk olarak tanimlaniyor cogu yerde. Son donem sinemasinda, Turk kokenli yonetmenler arasinda akla gelen ilk isimlerden biri belki de. Yaptigi filmler oncelikle Almanya'da, Avrupa'da sonradan da Turkiye'de yanki buldu. Ozelllikle de odullu filmi Gegen Die Wand/ Head-On / Duvara Karsi 'dan sonra kendisine daha buyuk bir ilgi oldu. Gerci Almanya'da daha onceden de populer olmus, sirf bu yuzden Im Juli'de rol alan oyuncular, Fatih Akin filmi diye o yapimda rol aldiler.

Su ana kadar 4 tane filmini izledim: Im Juli, Duvara Karsi, Kebab Connection ve Crossing the Bridge. Bu dort film gerek konu, gerek kategori olarak epey farklilar ama ben iclerinden en cok Im Juli'yi begendim, Kebab Connection eglenceliydi, degisikti, Crossing the Bridge muzikleriyle cok farkli kesimleri tanitti bana, Kanadali turku soyleyen kadin, sokak sarkicilari (personal favorite) ve de Aynur Dogan... Gelelim Duvara Karsi'ya. Turkiye'den gelirken yanimda korsan kopyasi olmasinda ragmen, burdaki video kiralanan yerden istetmistim onu bekledim, yariya kadar izleyip ara vermek zorunda kaldim ve sirf nereye varacak diye sonuna kadar izledim ama soylemeliyim ki filmdeki asiri grafik sahnelerden, bol ickili, uyusturuculu, intihar tesebbuslu, kaybolmusluktan belli bir sure sonra rahatsiz oldum. Filmin sonlarina kadar kimseyle duygusal bir bag hissedemedim. Biraz Guven Kirac'in karakteri ve de sonlarda Cahit (Birol Unel) etkiledi beni ve cidden acidim Cahit'e. Diger tarafta Sibel Kekilli'nin karakterine bir turlu isinamadim. Meltem Cumbul yine ayniydi. Sibelin ailesi cok yapmacik ve yanlis geldi bana. Bir insan nasil bu kadar kaybolabilir anlayamadim. Ve neden bile bile yanlis yollara sapar. Diger yandan acidim. Bu tur durumda olan kaybetme kusaginda, ucurumun kenarinda gezinen o kadar cok yitik insanin varligi beni urkuttu. Etraftaki duygusuzluk, empati eksikligi umudumu kirdi.

Film cekme kriterlerinden bakarsak kotu bir film degildi, muzikleri harikaydi, oyunculuk kalbur ustuydu ama bazen boyle filmlerde grafik ogeler gereginden fazla kullanilinca ( belki Alman filmlerinde boyledir ne bileyim) ben nedense sevmiyorum.


All things considered, Fatih Akin yine de son donem sinemasinda adi anilacak yonetmenler arasina girmeyi basardi diyebiliriz, sadece Turk yonetmenler degil, dunya capinda. Daha guzel filmler bekliyoruz kendisinden...

Muhabbetle

Tuesday, July 24, 2007

Tootsie/ Tootsie (1982)


Eski filmleri izlemeyi hic sevmem. Ama gecenlerde American Film Institute'un en iyi 100 film listesi yayinlanmisti. Gerci bu tarz listelere pek aldiris etmem. Birincisi, genelde eski filmler bu listelerde oluyor ve ben gormedigim icin yorum yapamiyorum. Ikincisi de sonucta objektif olmak cok zor liste yaparken, birinin sevdigini digeri sevmeyebiliyor. Her neyse, o programi izlerken, birkac filmi not ettim. Ilk izleme firsati buldugum 1982 yapimi Tootsie oldu. Konu gercekten basit, belki o zamanlar orjinal gelmis olabilir ama Turkiye'de bile bu konuda filmler yapildigi icin (Sabaniye mesela) bana izlerken cok orjinal gelmedi. Ama izlerken kendimi soyutlayip o yillara gitmeye calistim.

Dustin Hoffman'in karakteri Michael Dorsey, New York'ta yasayan issiz bir oyuncu. Bir taraftan oyunculuk dersleri veriyor bir taraftan da filmlerde, tiyatrolarda rol almak icin denemelere gidiyor. Fakat bir turlu istedigi rolleri alamiyor, ya cok kisa buluyorlar kendisini, ya baska birini dusunuyoruz diyorlar v.s. Birgun yakin arkadasi Sandy (Teri Garr, bir zamanlar guzel bir kadinmis) ile televizyonda yayinlanan bir pembe dizi icin prova yapiyorlar. Sandy'e destek olmak icin onunla beraber gidiyor ve kaderin cilvesiyle sonradan rolu kendisi aliyor. Tabii Michael Dorsey olarak degil ama Dorothy Michaels olarak. Bunu yaparken de soyledigi sadece arkadasi Jeff (Bill Murray) ile beraber hazirladiklari tiyatro oyunu icin gerekli parayi kazanmak. Bundan sonra Michael, ikili bir hayat surmeye basliyor. Ayni dizide rol alan Julie (Jessica Lange) ile tanismasi isleri iyice karistiriyor. Cunku Michael Julie'ye asik oluyor.

Hikaye dedigim gibi gayet basit. Oyuncular genelde iyi rol yapmis. Jessica Lange burdaki roluyle Oscar almis sanirim. Bill Murray ise her zamanki gibi, Saturday Night Live'dan aliskanligi geregi olacak filmdeki butun konusmalari improvize...Dustin Hoffman ise uzun saclari, 80'li yillarin kiyafetleri ve de ozellikle Dorothy'i canlandirirken giydigi kiyafetler ve ses tonuyla gorulmeye deger. Yonetmen Sydney Pollack Michael'in menajeri olarak kucuk bir rol almis. Geena Davis'in ilk rol aldigi film.

Dustin Hoffman'i Kramer v.s. Kramer'da ve All The President's Men'de de izledim ama bu film digerlerine gore daha eglenceliyli, digerleri daha cok drama agirlikli. Yavas yavas eski filmleri seyredebilir hale geliyorum galiba.

Iyi seyirler!

Little Children / Tutku Oyunlari (2006)




Gecen hafta izledigim iki filmden biri Little Children. Filmi izlemeden once biraz fikrim vardi ne gorecegimle ilgili ama yanilmisim. Ana karakterlerden birinin pedofil oldugunu biliyordum ve filmin Ingilizce ismiyle birlesince, daha farkli bir isleyis dusunmustum.

Kate Winslet, evli, bir cocuk annesi, hali vakti yerinde, guzel bir evde yasayan ama hayati monoton bir ev kadini olan Sarah'i canlandiriyor. Evliliginden istediklerini bulamadigi belli, ayni zamanda kucuk kizina da pek ilgi gosterdigi soylenemez. Sanki icinde cocuga karsi bir kizginlik var. Esi, bir sirkette calisan ve yakin zamanda pornografik web sitelerine dadanan, ailesiyle alakasiz bir adam. Filmdeki ana erkek karakter Brad ise Patrick Wilson tarafindan portre edilmis. Brad de kucuk bir oglu olan ve avukatlik sinavlarina hazirlanan (guya), cok hos bir esi olan, biraz megaloman(bence), kendini begenmis ve sanki lise yillarinda takilip kalmis bir adam. Lisedeyken futbol takiminda olan Brad, simdi de bazi geceleri ders calismaya diye cikip bir grup gencin kaykay bindigi yerde oturup onlari izliyor ve icten ice onlara ozeniyor. Brad'in esi Kathy (Jennifer Connelly) ise belgesel yapimcisi ve cok calistigi icin eve geldiginde genelde ogluyla ilgilenmeyi tercih ediyor. Bir nebze calisan bir anne olmanin acisini cektiginden boyle davraniyor ama bu tutumu Brad'i daha da yalniz birakiyor.
Filmdeki tek mutsuz karakterler bu iki aile degil, hemen hemen butun karakterler mutsuz bir sekilde... Ya evlilik hayatlarinda sorun var, ya is hayatlarinda, ya da gecmiste yaptiklarinin cezasini cekiyorlar her gun. Gorev basindayken yanlislikla 15 yasinda bir genci olduren eski polis memuru, simdi butun hayatini mahallelerinde oturan, hapisten yeni cikmis pedofile hayatini zehir etmeye adamis. Pedofili oynayan Jackie Earle Haley'nin annesi ise her anne gibi oglunu korumaya, ona yardimci olmaya calisiyor. Oglunun belki de sapik olmasinda kendini suclu goruyor olabilir. Sonra parktaki diger kadinlar var, cocuklarini alip her gun parka gelen, guya mutlu olan bu kadinlar, hergun gordukleri Brad'i cok merak ediyorlar ama gidip konusmaya cesaret edemiyorlar. Bir iddia uzerine Sarah gidip Brad'le konusuyor ve kadinlari biraz da cildirtmak icin ikisi opusuyorlar. Bu andan sonra zaten esiyle arasi kotu olan Sarah'ta Brad'e karsi bazi duygular uyaniyor. Evde karisindan pek ilgi gormeyen Brad ise, pek guzel bulmasa da Sarah ile yatip kalkmaya basliyor. Filmin bu kisimlari bence cok gereksizdi. FIim icin inanilmaz derecede onemli sahneler olsa hadi neyse, ama hem uzun surdugu icin izleyeni rahatsiz edebiliyor. Kate Winslet pek cok filminde bu tur curetkar sahnelerde rol aldi, mesela Titanic'te Leo'ya onu cizmesi icin poz vermisti, belki orda gerekliydi, hem de artistik acidan cok rahatsiz etmiyordu ama ben bu filmde biraz asiri buldum. Ozellikle de Patrick Wilson'i film boyunca cok yuzeysel buldugum icin (hos, oynadigi kisi de cok yuzeysel bir karakter ama) epey rahatsiz oldum bu sahnelerde.

Filmi anlatmak biraz zor cunku konu olarak cok fazla birsey yok, daha cok olgular anlatilmis karakterlerin iliskileri kullanilarak. Cikarabilecegimiz mesaj su belki de: Insanlar hayatlarinda cogu zaman hatalar yapiyorlar, belki yanlis kararlar aliyorlar. Bu filmdeki insanlarin birbiriyle neden evlendigi, neden cocuk sahibi oldugunu anlayamiyoruz. Eslerinin sadakatsizligine sadakatsizlikle cevap verip huzur bulmayi deniyorlar ama o da olmuyor. Belki degistirmek istiyorlar kendilerini olmuyor. Bir kac hata, yere dusme, yerde surunme, sonrasi bir travma, belki kendilerine geliyorlar ve ayaga kalkip yola devam ediyorlar, belki de hic uyanmayip oylece yasamaya calisiyorlar. Tipki kucuk cocuklar gibi, onlar da dus kalka ogrenmiyorlar mi yurumeyi, ayaga kalkmayi?

Film icimde buruk bir tat birakti. Sarah'nin onu cok seven kizina ilgisizligi icimi acitti, komsu bayanin Sarah'a arkadas, dost olmaya calismasi, pedofil adamin yasli annesinin ogluna sonsuz sefkati icimi isitti, Brad'in yuzeyselligi moralimi bozdu... Insanlarin birbirleriyle konusmadan, iletisime girmeden yasayip gitmesi gelecege olan umudumu kirdi. Ama sonucta su da var: birey olarak bir yerlerden baslamali degisim. Bir karar verip onu yapmali ve sonuclarina katlanmaliyiz, hatalarimiz da olsa denemeliyiz.


Goruntu olarak guzel bir filmdi, yonetmen Todd Field anlatmak istediklerini iyi bir sekilde anlatmis cogu yerde ama konu itibariyle biraz ic karartici bir film. Belki yonetmeni daha iyi anlamak icin In the Bedroom'u izlemem gerek.

Muhabbetle

Tuesday, July 17, 2007

Yeni filmler aldim...blockbuster'dan...

Ise baslayali yeni film koyamadim siteye ama pazar gunu iki tane film aldim, onlari izlersem uygun bir vakitte, yine yazarim. Ilki Pursuit of Happiness, Will Smith'i sevmememe ragmen aldim, insallah guzeldir. Digeri de cok begendigim Kate Winslet'in filmi Little Children. Bu aralar aslinda vizyona giren filmleri de kacirmamak lazim ama vakit yok ki...

Muhabbetle

Saturday, June 30, 2007

13/ Tzameti/ 13/ Onuc (2005)


Gecen ay karli daglarin tepelerinde dolasirken bizi oraya cikaran adam yanindaki kadina " Iste Sundance su tarafta kaliyor diye gosteriyordu." Sundance deyince tabii ki akla ilk gelen seylerden biri de sinema. Her sene Ocak ayinda duzenlenen bu festival Amerika'daki bence en guzel film festivali. Ozellikle independent filmlerin geldigi festival son zamanlarda Hollywood'daki buyuk studyolarin da ilgisini cekiyor, gerci festivali duzenleyenler bundan pek hosnut degiller ama ne yaparsin...

Neyse gelelim filmimize. Tzameti, Gurcuce'de 13 demek. 2006'da Dramatic Dunya Sinemasi kategorisinde Juri Buyuk Odulunu alan bu film Gurcu yonetmen Gela Babluani'nin ilk uzun metraf filmi. Senaryoyu da kendisi yazmis ve filmdeki basrol oyuncusu da erkek kardesi George. Babalari da yonetmenmis bu maharetli kardeslerin...

Sebastian ve ailesi, Fransa'ya goc etmisler ve zor sartlarda geciniyorlar. Bir evin catisini onarmaya baslar. Ev sahibi adamin olumu sonucu parasini alamaz ama calisirken eve gelen bir zarfi, duydugu konusmalardan onemli oldugunu ogrenip yanina alir. Icinde bir takim direktifler ,bir yerlere gitmesi icin tren biletleri, 13 numarali bir kart, biraz para v.s. var olan bu zarfi alip, nereye gidecegi bilmeyen bir maceraya atilir genc Sebastian. Bu noktada soyle dusunuyor izleyici " Kaybedecek neyi var ki? Calistigi is is degil, hayatinda baska bir hareket yok, neden olmasin?". Ama gelisen olaylar bunun hic te kucuk bir macera omayacagini gosterir.

Onu karsilayan adam kendisini gozlerini baglayarak bir eve goturur. Ev alabildigine kalabalik, bir suru kelli felli parali adamla dolu. Bir de kendisi gibi tipler var. Ama onun gelmesine pek de sevinmeyen bir grup ta var, cunku o bekledikleri 13 numara degil. Asil gelmesi gereken olen ev sahibidir ve birazdan baslayacak olumune rulette rol alacaktir gelebilseydi. Biraz konusmadan sonra Sebastian oyundaki yerini alir, ve silahlar verilir ellerine, sonra kursunlar, bir daire etrafinda herkes onundekinin kafasina dogrultur silahi ve hakemin basla isareti olan ampulun yanmasiyla patliyor silahlar. Oyun son iki oyuncu kalana kadar devam ediyor ve her raundda kursun sayisi artiyor. Aralarda oyuncular, ya uyusturucu aliyor, ya iciyor, birazdan olup olmeyeceklerini mi dusunuyorlar, yoksa kazanirlarsa alacaklari parayla ne yapacaklarini mi ya da buraya nasil geldiklerini mi bilemem. Olenler evin bodrum katina indiriliyor, bahisler degistiriliyor, zengin kesim, olup giden zavalli kucuk insanlar uzerinden egolarini tatmin ediyorlar.

Velhasil, sonunda Sebastian kazaniyor ve parayi aliyor ama son raundda karsilastigi oyuncunun menajeri(ayni zamanda kardesi) pesine dusuyor, tabii pesinde polis te var ve onlar da bir yerde yetisiyorlar Sebastian'a ama onlardan once parayi ailesine gonderiyor, polise de orda gordugu arabalardan birinin plakasini veriyor. Bindigi trende karsilastigi oyuncunun kardesi gelip Sebastian'i oldurmese belki de onun icin cok degisik bir macera olacakti bu ama zannediyorum ki yasasa bile o kadar insanin olduruldugu bir ortami gordukten sonra normal hayata donebilsin. Belki onun da olmesi, bir rahmetti.

Film siyah-beyaz. Film Noir kategorisinde, cok ozenle cekilmis, oyunculugu super bir "diamond-in-the-rough". Sanirim Brad Pitt'in firmasi filmin Hollywood versiyonunu yapacaklarmis ama yine ayni yonetmen. Ama eminim isin icine daha ticari kavramlar da girecektir, kadin ve ask hikayesi v.s.
Simdiden birsey demek zor ama bence boyle guzel filmlere keske hic dokunulmasa, orjinal halleriyle kalsalar.

Oyuncu olarak cok fazla unlu kisi yok. Sadece extralari izlerken bir adamdan bahsediyorlardi. Sanirim Mr. Schlondorff'u oynayan Vania Vilers. Bu amcam epeyce yasli Avrupali bir aktor. Film icin deneme cekimine geldiginde yonetmen sanirim epey bekletmis, sonra epey bir sahne denemisler ve sonunda bi dusuneyim falan demis. Ve isin komik tarafi film zaten dusuk bir butceyle cekiliyor ve boyle bir oyuncu gelip oynamak istiyor, yonetmenin orda hemen hayhay demesi gerekirken belki acemiligin verdigi titizlikle boyle davraniyor.

Bu filmi izlemenizi israrla tavsiye ediyorum. Film hakkinda yazilmis su iki yoruma da burdan ve surdan bakabilirsiniz.

Muhabbetle!

Wednesday, June 27, 2007

Top Ten Listeleri

Daha once burda bir liste yapmis ve sonra da tekrar bu olaya girmeyecegimi soylemistim. Ama vakitsizlik bazen en sevdigim filmleri siralamami gerekli kilacak galiba. Internette dolanirken film kritigi Ebert ve Roeger'in (hani su amerikan filmleri icin "two thumbs up" kavramini kullanan ikili) yilin en iyi 10 filmi listelerini buldum.

2000
Richard Roeper Roger Ebert
1. Crouching Tiger Hidden Dragon 1. Almost Famous
2. Traffic 2. Wonder Boys
3. The Claim 3. You Can Count on Me
4. The Contender 4. Traffic
5. Wonder Boys 5. George Washington
6. Finding Forrester 6. The Cell
7. You Can Count on Me 7. High Fidelity
8. Sunshine 8. Pollock
9. Cast Away 9. Crouching Tiger Hidden Dragon
10. Almost Famous 10. Requiem For a Dream

2001
Richard Roeper Roger Ebert
1. Memento 1. Monster's Ball
2. Vanilla Sky 2. Black Hawk Down
3. Mulholland Drive 3. In the Bedroom
4. A Beautiful Mind 4. Ghost World
5. In the Bedroom 5. Mulholland Drive
6. Amores Perros 6. Waking Life
7. Dinner Rush 7. Innocence
8. Happy Accidents 8. Wit
9. The Deep End 9. A Beautiful Mind
10. Shallow Hal 10. Gosford Park

2002
Richard Roeper Roger Ebert
1. Gangs of New York 1. Minority Report
2. 25th Hour 2. City of God
3. Minority Report 3. Adaptation
4. Y Tu Mama Tambien 4. Far From Heaven
5. Adaptation 5. 13 Conversations About One Thing
6. Signs 6. Y Tu Mama Tambien
7. Rabbit-Proof Fence 7. Invincible
8. About Schmidt 8. Spirited Away
9. One Hour Photo 9. All or Nothing
10. About a Boy 10. The Quiet American

2003
Richard Roeper Roger Ebert
1. In America 1. Monster
2. Mystic River 2. Lost in Translation
3. Lost in Translation 3. American Splendor
4. 21 Grams 4. Finding Nemo
5. Elephant 5. Master and Commander: The Far Side of the World
6. The Barbarian Invasions 6. Mystic River
7. The Station Agent 7. Owning Mahowny
8. Whale Rider 8. The Son (Le Fils)
9. Monster 9. Whale Rider
10. Seabiscuit 10. In America

2004
Richard Roeper Roger Ebert
1. Hotel Rwanda 1. Million Dollar Baby
2. Eternal Sunshine of the Spotless Mind 2. Kill Bill Vol. 2
3. The Aviator 3. Vera Drake
4. Sideways 4. Spider-Man 2
5. House of Flying Daggers 5. Moolaade
6. Million Dollar Baby 6. The Aviator
7. The Terminal 7. Baadasssss!
8. Kill Bill Vol. 2 8. Sideways
9. Spanglish 9. Hotel Rwanda
10. Collateral 10. Undertow

2005
Richard Roeper Roger Ebert
1. Syriana 1. Crash
2. The New World 2. Syriana
3. Crash 3. Munich
4. Munich 4. Junebug
5. Nine Lives 5. Brokeback Mountain
6. Capote 6. Me and You and Everyone We Know
7. Brokeback Mountain 7. Nine Lives
8. A History of Violence 8. King Kong
9. Walk the Line 9. Yes
10. The 40-Year-Old Virgin 10. Millions

2006
Richard Roeper A.O. Scott (N.Y. Times Film Critic)
filling in for Roger Ebert
1. The Departed 1. Letters from Iwo Jima
2. The Queen 2. Pan's Labyrinth
3. Flags of Our Fathers and
Letters from Iwo Jima
3. L'Enfant
4. United 93 4. Days of Glory
5. The Lives of Others 5. Little Miss Sunshine
6. Babel 6. Three Times
7. Notes on a Scandal 7. 51 Birch Street
8. The Good Shepherd 8. Volver
9. Little Miss Sunshine 9. Little Children
10. Blood Diamond 10. A Prairie Home Companion


Listelerde epey guzel filmler var ama tum filmleri gormedigim icin birsey diyemeyecegim. Bir de tabii bir yil icinde vizyona giren butun filmlerin listesini biryerlerden bulsam (bir ara imdb'de gormustum ama simdi bulamiyorum) belki daha iyi yorum yapilabilir.

Kendim bir liste yapmak istersem, en azindan 2006 icin herhalde soyle birsey olurdu.

1.Volver
2.Blood Diamond
3.Pan's Labyrinth
4.Notes on a Scandal
5.Prestige
6.Babel
7.Happy Feet
8.Half Nelson
9.Little Miss Sunshine
10.Devil Wears Prada

Ebert ve Roeger'in web sayfasina surdan ulasabilirsiniz. Yukaridaki listeleri de surdan aldim. Renkler neden silik cikti anlamadim ama neyse. Sizin favorileriniz hangi filmler?


Tuesday, June 19, 2007

The Queen and Notes on a Scandal / Kralice ve Skandal



Bu sene Oscar toreninden once en iyi film odulune aday filmler arasindan sadece birini izleyebilmistim. En iyi film odulunu alan The Departed'a yonetmeni Martin Scorsese oldugu icin ve Leo oynadigi icin sevinmis, ama en iyi kadin ve erkek oyuncu dallarinda odul alan Helen Mirren ve Forest Whitaker'in bu odullere layik olup olmadiklarini bilememistim. Helen Mirren'i genelde oyunculuk yonuyle takdir ederim. Forest Whitaker'i ise sadece Panic Room'daki roluyle hatirliyordum.

Gectigimiz haftalarda izledim Kralice'yi. Bekledigimden daha soguk, kisisellestiremedigim bir film oldu. Belki bu bilerek yapilmisti. Ne de olsa konu, kraliyet ailesiyle ilgiliydi. Film, Lady Di'nin olumunden sonraki bir hafta icinde gecen olaylari ele aliyor. Helen Mirren Kralice Elizabeth'i Michael Sheen ise Tony Blair'i canlandiriyor. Tum dunyada buyuk yankilar uyandiran Diana'nin olumu, sarayda uzucu ama sonucta kisisel bir olay, fazla buyutmeye gerek yok, belki bir nebze, kendi etti kendi buldu tavriyla karsilaniyor. Daha yeni secilmis olan basbakan Blair ise olaya biraz daha duygusal, daha insancil yaklasilmasini istiyor ve sarayi da bu cizgiye getirmeye calisiyor. Kucuk yastan beri kralice koltugunda oturan ve duygularini belli etmemeye alismis, ve soylulugun vermis oldugu statuyu sonuna kadar kullanan kralice, biraz dirense de sonunda halktan gelen baskiya dayanamayip, televizyona cikip bir aciklama yapiyor.

Filme kotu demiyorum. Oyunculuk olarak da fena degil. Bazi yerlerde Tony Blair'in imaji biraz abartilmis gibi geldi ama bunda suanki Tony Blair imajinin benim gozumde pek de pozitif olmamasinin yeri var, malum Irak savasi,vs... Diger yandan Kralice'nin yardimcisi Janvrin'i oynayan Roger Allam ve Prens Charles'i oynayan Alex Jennings izlemeye degerdi. James Cromwell'i LA Confidential'dan beri hep o filmde canlandirdigi karakterle hatirladigim icin burdaki rolune isinamadim. Anne Kralice de iyiydi, ve de Blair'in karisi...



Gelelim Skandal'a. Az once izledim bu filmi. Oldum olasi Cate Blanchett'in oyunculugunu sevmisimdir. Judi Dench te bugune kadar kendini kanitlamis buyuk bir oyuncu. Filmin konusu da cok guncel. 15 yasindaki erkek ogrencisiyle iliskiye giren 37 yasindaki bayan ogretmen, ve bunu ogrenip ogretmen arkadasina guya sirdas olan yasli, yalniz diger ogretmen. Film Cate'i Shebasiyla Judi'nin Bar'i arasindaki iliskiyi ele aliyor. Aslen bir romandan uyarlama olan senaryo, karakterleri cok guzel ortaya koyuyor.

Sheba, varlikli bir aileden gelen, sanata merakli bir burjuva. Kendisinden yasca buyuk bir adamla evli, delikanli bir kizi ve 12 yasinda Down sendromlu bir oglu var. Hayatinin son on kusur yilini ogluyla ilgilenmekle gecirmis, bir nebze evliliginden ve yasadigi hayattan bunalmis biri. Bu yuzden ogretmenlige basliyor. Gittigi okulda Barbara adinda yasli bir tarih hocasiyla arkadas oluyor. Aslinda bu arkadaslik tesadufi degil. Bar, Shebayi okula geldiginde gozune kestirmisti zaten, ve bir yolunu bulup onunla dost olmak istiyordu. Bu esnada Sheba, siniftan Steven isimli bir ogrenciye ekstra sanat dersi vermeye basliyor. Birseyler yapiyor olmanin verdigi bir sevinc ve takdir edilme duygulari, zaten hayatinda hiseediyor oldugu bosluklari dolduruyor ve zamanla bu capkin ogrencisine o da ilgi duymaya ve onun duygularina ve isteklerine karsilik vermeye basliyor. Bir aksam okuldaki studyoda ogrencisiyle beraber olurken bunu Bar goruyor ve gelsin bundan sonra tehditler. Sheba'ya gorduklerini kimseye anlatmayacagini ama bu iliskiyi hemen bitirmesini soyluyor. Sheba soz veriyor ama ne mumkun, duygularina esir olup devam ediyor. Zaten bu raddede Bar icin bir saplanti haline gelen bu dostluk aslinda iliskiyi bitirmedigini ogrenmesiyle iyice cigirindan cikiyor. Sheba da ne yapacagini bilemez halde, bir tarafta ailesi, bir tarafta cazibedar ogrencisi, bir tarafta dostu bildigi Bar. En nihayetinde olaylar cigirindan cikiyor ve okul idaresi olanlari ogreniyor (Bar'in sayesinde) ve sonuc olarak ikisi de okuldan atiliyor ama Sheba hala Bar'in kendisini ele verdiginden habersiz. Evinden bir muddet ayrilmak zorunda kalan Sheba Bar'in yaninda kalirken, bu yasli kadinin sirlarini ogreniyor ve bir guzel kavgaya tutusuyorlar. Filmin sonunda Sheba kocasina ve cocuklarina donuyor, Bar ise kendisine yeni bir kurban pardon yeni bir dost aramaya koyuluyor.

Film cok guzel islenmis, karakterler ve yasanan olaylar cok derin ve inandirici. Herkesin hayatinda kimi zaman kendini alamadigi saplantilari ya da icinden cikamadigi problemleri olmustur. Bu tur durumlarda yanimizda bir dost hepimiz isteriz. Ama bu dostluklar da bir nevi saplantiya donusebiliyor. Ya da gorunuste masum gibi gelen iliskiler aslinda cok tehlikeli olabiliyor.

Gelelim karsilastirmaya... Skandal en iyi film kategorisinde aday degildi. En iyi bayan oyuncu odulu icin ise, -simdiye kadar sadece Kate Winslet'in filmini seyretmedim-bence Penelope Cruz ve Judi Dench Helen Mirren dan daha iyi oynamislar. Belki Helen Mirren bu kategorideki hemem hemen butun odulleri topladigi icin Oscar da bi biz mi sivrilelim diye dusunmus olabilir ya da daha sansasyonel olmayan bir oyunculugu tercih etmis olabilirler ama keske bu bayanlarin hepsine birer heykelcik verilebilseydi.

P.S. Skandal icin yazilmis su elestiriye de bakabilirsiniz. Guzel bir analiz...Surda da Kralice'yle ilgili bir yorum var.
http://www.sinefolio.com/kralice-the-queen/

Muhabbetle, iyi seyirler!

Friday, June 08, 2007

Hokkabaz!

Bu seneki Turkiye gezimde birkac Turk filmi izleme ve yanimda getirme firsati buldum. Gerci asil istedigim filmleri getiremedim ve gitmek istedigim filme gidemedim ama olsun, kar kardir.

Ucakta gelirken izlemeye basladim Hokkabaz'i. Film baslar baslamaz bana Hollywood yapimlarindan esinlenmis gibi gorundu. Cem Yilmaz'in kendisini su dolu cam kasaya hapsetmesi. The Prestige'deki sahnelerden birini animsatti. Sonra ki zamanlarda kahramanlarimizin ciktigi yolculuk, Little Miss Sunshine'dakine cok benziyordu, ve dahi sihirbaz amcamizin kiza besledigi duygular ve onu sihirinde kullanmasi da The Illusionist'e cagrisim yapti. Normalde boyle baska bir film seyretsem herhalde etkilenmezdim. Ama Hokkabaz, bu kadar baska filmi cagristirmasina ragmen, cok ozgun bir yapim olmayi basariyor bence.

Konu soyle: Cocuklugundan beri sihirbaz olmayi kafasina koymus ve bu ugurda calisan Iskender'e ailesinden ozeliikle babasindan hic destek yoktur. Sadece arkadasi Maradona Orhan ( Tuna Orhan) onun yanindadir ve asistanligini yapar. Birgun enistesinin karavanini alip-bu arada karavan hediyesiyle beraber gelir, Iskenderin babasi emekli asker, Sait Tunaydin- turneye cikarlar. Araba bozuldugu icin girdikleri bir koyde-ki burasi turnenin ilk duragi olur- bir dugunde calismak uzere ise baslarlar ama baslarina oyle isler acilir ki, dugununden kacan gelin kiz mi ararsiniz, eli bicakli abi mi, ofkeli saskin damat mi, kalp krizi geciren nine mi, hepsi var. Tabii bizimkiler ortaliktan kaybolurlar ama yanlarinda bir bonusla-gelin hanim...

Film, gerek goruntuler, gerek muzik, gerek yonetim, gerekse oyunculuk olarak-gelin Fatma'yi canlandiran Ozlem Tekin ve bazi bazi baba Mazhar Alanson haric- cok guzel. Orjinal, keyifle izlenecek bir film. Tesekkurler Cem Yilmaz ve BKM!

Iyi seyirler! Ben simdi gidip biraz org calayim...

P.S. Film afisi American Turkish Association of Southern California'nin web sayfasindan alinmistir.

Tuesday, May 29, 2007

Karli Daglarin Eteklerinden Merhaba

Memlekette hasret giderip dondum, ama simdi de kendimi karli daglarin eteklerinde bir yerde buldum. Haftasonuna kadar buradayiz ve calismam lazim ama sonra size yeni filmlerle donucem. Dondurmam Gaymak'i ve de Hokkabaz'i seyrettim. Mutluluk'a gitmek istedik ama vakit bulamadik, bizim oraya da daha gelmemisti, kismet degilmis. Duvara Karsi'yi Polis'i ve hic ilgim olmadigi halde Kurtlar Vadisi Irak'i getirdim yanimda, yakinda onlari da yazarim. Bir de The Queen var listemde... Donuste izlemeyi dusunuyorum ucakta.

Hepinize iyi seyirler.

Muhabbetle

Thursday, May 17, 2007

Tatildeyim

Uzun bir suredir yazamadim, farkindayim ama iki seneden sonra ilk defa memleket topragindayim, yakinda donuyorum...

Muhabbetle

Wednesday, April 11, 2007

Little Miss Sunshine / Kucuk Gunisigim

Eveeet, listemdeki son filme geldim sonunda. Ve bundan sonra liste yapmamaya karar verdim. Su aralar yazmaya pek vaktim yok, liste yapinca soz vermis gibi oluyor insan ve sozunden donen olmamak icin uzerinde baski hissediyor.

Little Miss Sunshine, bu sene Oscar odullerinden once seyredebildigim ilk filmdi. Daha once de belirttigim gibi bagimsiz filmleri buyuk studyo yapimlarindan daha cok begeniyorum. 2006 Sundance Film festivalinde Fox Searchlights tarafindan satin alinan film, Oscar yarisinda 4 odule aday gosterilip 2 odul alarak basarisini kanitladi. Kazandigi odullerden biri orijinal senaryo, biri de en iyi yardimci erkek oyuncu icin.

Kari-koca senarist ve yonetmen Valerie Faris ve Jonathan Dayton tarafindan yapilan film, Hoover ailesinin hayatindan bir kesit sunuyor bize. Baba Richard (Greg Kinnear), kisisel gelisim ya da self-help programi diyebilecegimiz bir program gelistirmeye calisan (10-steps to success gibi birseydi sanirim) ve bunu pazarlamaya calisan ama bunda pek de basarili olamamis biri. Anne Sheryl (Toni Collette), emlak sirketinde calisan, baba eve para getirmedigi icin ve bir hayal pesinde kostugu icin ona kizgin iki cocuk annesi, gayet liberal bir kadin. Richard'in babasi Edwin (Alan Arkin- bu roluyle Oscar aldi), huzurevinden atilmis, esrar kullanan, porno dergi okuyan ilginc bir tip. Dwayne, ailesiyle tamamen farkli bir uzayda yasayan ve tek hayali olan pilotluk ugruna, konusmamaya yemin etmis, tipik bir liseli genc. Dayi Frank (Steve Carell- The Office adli TV dizisinde oynuyor, oldukca basarili), bir universitede Proust calisan, erkek ogrencisine asik olan ve sonrasinda onun baska bir profesorle(hem de rakibi olan biri) beraber oldugunu gorup, kafayi siyirip, intihara kalkisan bir profesor. Ve gelelim filmin konusu Little Miss Sunshine'a. Olive (Abigail Breslin), ailenin kucuk, guzellik yarismalari muptelasi kizi. Guzellik yarismalarina katilan kucuk kizlarin standartlarina gore pek de guzel sayilamayacak biri, biraz tombis, kocaman gozluk takan bir kiz.

Hersey Olive'in California'daki Little Miss Sunshine yarismasina, asil katilacak kiz gidemedigi icin cagrilmasiyla basliyor. Aile, hep birlikte VW minibuslerine dolusup California'nin yolunu tutuyorlar. Yolda yasadiklari olaylar, aslinda bu cok ayri dunyalarin insanlari gibi gorunen bu aileyi bir araya getiriyor. Tabii yol boyunca yasadiklari, life-altering olaylar var ama burda soylemeyelim.

Film konu olarak guzel. Beni tek rahatsiz eden sey, sondaki yarisma kismi oldu. Bu tur yarismalara katilan cocuklar en fazla 8-9 yasinda ve giyimleri, hareketleriyle sanirsiniz ki genc bir kadin. Bugun IMDB'nin sitesinde filmle ilgili bilgileri okurken, bu kizlarin kiyafetlerinden, danslarina, saclarindan, makyajlarinda herseyin gercekte bu yarismalara katildiklarinda kullandiklari materyal oldugunu da ogrenince endiselerim biraz daha artti. Amerika'da cocuklara yonelik taciz olaylari cok yaygin, bu tur yarismalar da tahmin ediyorum ki onlarin ekmegine yag suruyordur.

Sunu da belirtmek istiyorum. Filmlerden zevk almamiz, kim oldugumuza, nerde yasadigimiza, neler yasadigimiza bagli olarak degisiyor. Amerika'da yasamayan birine filmde gorulen aile tablosu cok inandirici gelmeyebilir. Ama burda oyle aileler var ki filmdeki aile cok sade kaliyor.

Kucuk Gun Isigim'la ilgili suraya ve suraya bakabilirsiniz ve de surda kucuk bir yazi var.

Iyi seyirler!

Sunday, April 08, 2007

Keeping Mum / Hinzir Dadi


Listemdeki dorduncu filme geldim sonunda. Keeping Mum, yakinimizdaki video dukkaninda gordugum, ve elimde bedava kupon oldugu icin aldigim ama sonuc olarak sevdigim bir film. Ingiliz komedilerinden hoslananlar icin izlenebilecek guzel bir film.

Rowan Atkinson'u bilenleriniz vardir. Ingiltere'de televizyon dizilerinde oynayarak unlenen, sonra da Mr. Bean ve Johnny English karakterleriyle filmlerde rol alan, genelde komik karakterleri oynayan bir oyuncu. Filmi alirken de icimden, "yine tuhaf bir komedi" diye aldim ama Rowan Atkinson'in bu filmdeki ciddi rolune sasirdim. Cok ta guzel olmus bence. Rowan, Ingiltere'nin kucuk bir kasabasinda mahalle papazi Reverend Walter Goodfellow. English Patient filmindeki bayan basrol oyuncusu Kristin Scott Thomas, Walter'in karisi Gloria'yi portre ediyor. Gloria, iki cocuk annesi, hayatindaki heyecan, haraketlilik gitmis, esiyle kilisedeki gorevinden dolayi mi yoksa Walter'in karakterinden dolayi mi fazla munasebeti olmayan, golf hocasiyla flort eden orta yas krizi yasayan bir kadin. Kizlari, her gun baska biriyle dusup kalkan bir genc kiz, ogullari ise, okulda diger cocuklar tarafindan tartaklanan, kendisini savunamayan biri. Goodfellow ailesinin hayati, yeni ise aldiklari dadi Grace Hawkins'in gelmesiyle degisiyor. Hayatlarindaki problemler yavas yavas ortadan kalkiyor. Iyi guzel ama problemlerle beraber mahalledeki bilumum insanlar, hayvanlar da kayboluyor. Filmin esprisini ele vermemek icin bu kadar yaziyorum. Izlemesi size kalsin.

Film, beni oyunculuk yonuyle sasirtti. Ciddi bir film olmamasina ragmen, oyunculuklar gayet guzeldi. Dadiyi oynayan Maggie Smith yillarin verdigi tecrubeyle cok guzel rol yapmis. Tek sorun bence golf hocasi rolundeki Patrick Swayze idi. Ghost filminden sonra pek ortalikta gormedigimiz Swayze, bu filmde nerdeyse kavrulmus bir halde ve yari ciplak karsimiza cikiyor, tamam belki karakterinin geregi ama ben sevmedim. Birakalim Patrick, Ghost'taki haliyle kalsin.

Keeping Mum isim olarak da ilginc. Ingilizler anne icin "mum" kelimesini kullaniyorlar. "to keep mum" sir saklamak, birsey soylememek anlaminda. Ama filmi izleyince bir baska anlam da cikiyor ortaya. Acaba ne?

Iyi seyirler!

Saturday, April 07, 2007

The Station Agent / Hayatin Icinden


Bu postu aslinda 8 Agustos 2005 tarihinde yazmayi hedeflemisim ama yogunluk, baska isler araya gidince oylece kalmis. Su ana kadar seyrettigim en guzel filmlerden biri The Station Agent . 2003'te dagitilan bu film, bol odullu, kucuk kadrolu ve kucuk butceli, bagimsiz bir film. Yonetmen Thomas McCarthy'nin ilk yonetmenlik denemesi.
Film uc kisinin hayatlarini takip ediyor. Birinci karakter, Finbar Mcbride (Peter Dinklage) . Finbar, 1.35 boylarinda, oyuncak satan bir magazada calisan, trenlere buyuk bir tutkuyla bagli olan, ve en yakin arkadasi ve patronu olunce, ondan miras kalan, terkedilmis bir tren istasyonuna yerlesip inzivaya cekilen bir adam. Will and Grace'de gordugumuz Bobby Cannavale, babasindan devraldigi hot-dog standinda calisan Kuba asilli konuskan genc Joe Oramas'i portre ediyor. Son olarak da bagimsiz filmlerin kralicelerinden olan ve Frasier'daki roluyle cok begendigim Patricia Clarkson ise 40'li yaslarinda, cocugunu kaybetmis, sonrasinda evliligini bitirmis bir artist olan Olivia Harris'i oynuyor. (Filmde gecen yil buyuk yanki yapan Brokeback Mountain filminde de rol alan Michelle Williams da kucuk bir rol oynamis.)

Olivia ve Fin, hayatlarinda oyle bir yerdeler ki, ikisi de yalniz kalmak ve dusuncelerini toplamak istiyor. Bu ikiliyi bir araya getiren genc Joe ise yerinde duramayan, gereginden fazla konusan biri. Normal satlar altinda aralarinda bir dostluk olusmasi imkansiz gibi gorunen bu insanlar, cok saf duygularla biraraya geliyor ve cok guzel duygular paylasiyorlar. Anlatimin yalinligi, goruntulerin guzelligi, Hollywood'un buyuk studyolarinin sahip oldugu kaygilarin olmamasi filmi oldukca cekici kiliyor. Butun oyuncular cok etkileyici ama sahsen Bobby Cannavale rolunde buyuleyici. Filmi izledikten sonra biraz iciniz buruluyor ama cok farkli sebeplerden. Eger hayatinizda gercek manada dostlara sahip olduysaniz ne demek istedigimi anlarsiniz.

Hayatin icinden, hayatimizin icinden geciyor, kelimelerin her manasiyla...

Iyi seyirler!


Dipnot: filmin resmi web sayfasi ve hakkinda yazilmis guzel bir yazi...

Friday, March 16, 2007

Half Nelson / Tepetaklak Nelson

Listemdeki ikinci film aslinda gosterime giridiginden beri izlemek istedigim bir filmdi. Hakkinda hep iyi seyler duydum ama uyusturucu madde bagimlisi birini konu ettigi icin de biraz cekindim. Genelde bu tarz filmleri izledikten sonra insan depresyona giriyor malesef.

Ama Half Nelson beni sasirtti. Yonetmen Ryan Fleck'in ilk sinema filmi, daha once birkac kisa film ve belgesel cekmis. Hatta kisa filmlerden biri (Gowanus, Brooklyn, 2004 yapimi) bu filmin iskeletini olusturuyor. Ryan Gosling, Shareeka Epps ve Anthony Mackie bosrolleri oynuyor. Shareeka Epps, kisa filmde de ayni rol icin secilmis.

Ryan Gosling, Brooklyn, New York'ta kenar mahalle diyebilecegimiz bir muhitte ortaokul tarih derslerine giren Mr. Dunne'i oynuyor. Yas itibariyle genc, ogretme tekniklerinde diger hocalara gore daha liberal, dialektik tekniklerle ogrencilerine ulasan idealist bir ogretmen. Siniftaki cocuklari cogu siyahi, o yuzden belki de daha cok sivil haklar ya da esitlik v.s. gibi konulari isliyor. Ayni zamanda okulun kiz basket takimini calistiriyor. Disaridan bakildiginde belki siradan gorulen bir hayat suruyor gibi... Ta ki bir mac sonrasi, kizlarn soyunma odasinda, uyusturucu kullanirken ogrencisi Drey (Shareeka Epps) tarafindan basilincaya kadar.
O vakte kadar gunduz okulda normal bir ogretmen gece de uyusturucu alip kafa bulan, barlara gidip dolasan kendinden gecen, problemlerinden uzaklasmaya calisan bir genc olarak surdurmus hayatini ve bu iki hayat birbiriyle cok kesismemis. Ogrencisiyle yuzlesince, aralarinda bir arkadaslik basliyor. Bazen okul sonrasi eve birakiyor Drey'i ve yasadigi ortami goruyor. Drey'in abisi uyusturucu satmaktan hapiste, annesi calisip eve bakiyor, baba ise yok. Mahallede karizmatik bir uyusturucu saticisi var: Frank (Anthony Mackie). Abisinin de arkadasi ve Drey'e guya kanat geriyor. Ona harclik veriyor, hatta bir keresinde uyusturucu satmaya cikiyorlar beraber. Mr. Dunne bir taraftan Drey'le aralarindaki bu sirrin ortaya cikmasindan korkuyor, bir taraftan goruyor ki aslinda ogrencisi belki kendisinden cok daha bu isin ortasinda ama temiz kalmaya calisiyor, ogrencisini dusunurken bir nevi kendisini bu dustugu durumdan kurtariyor, ya da en azindan cabaliyor.

Half Nelson, isledigi ana konu olarak belki genele hitap etmiyor gorunebilir ama hepimizin gunluk hayatta ugrastigimiz bazi problemlerimiz var. Bunlar bazen tamamen kendi icimizde kaliyor. Bazen az da olsa disariya yansiyor veya birilerinin haberi oluyor. Bu tur bir durumda, iyice batmak yerine tutup kendimizi kaldirmak adina, yeniden umitlenmek adina cok guzel mesajlar iceren bir film. Oyunculuklar cok guzel islenmis. Yonetmenin ilk filmi olmasina ragmen, gelecek vadediyor. Daha guzel filmler bekliyoruz Ryan Fleck'ten.

Iyi seyirler!

Sunday, March 04, 2007

The Departed / Kostebek


Listemdeki filmlerin ilkiyle basliyorum.

2007'nin cok odullu filmlerinden biri The Departed. 5 Oscar'a aday gosterildi, 4 tanesini de aldi. Bunlardan biri de en iyi film oduluydu. Filmi odul torenlerinin odugu hafta izledim. Oyuncularin cogunu sevmeme, yonetmen Martin Scorsese'nin en iyi yonetmen odulunu almasini istememe ragmen, nedense en iyi film secilmesine pek sevinemedim. Gerci yalan olmasin, odul torenini izlerken, Jack Nicholson "The Departed" deyince alkisladim ve dahi gozlerim yasardi ama bu buyuk oranda Marty ve Leo icindi.

Film, Massachusetts State Police calisanlari ve bazilarinin Boston'daki Irlandali mafya babasi Costello ile olan iliskisini ele aliyor. Billy Costigan (Leonardo DiCaprio), ailesinden bazi uyelerin Costello icin calistigi, ama babasi namuslu bir yasam surmus, kendisi de polis olmak isteyen ama bir turlu geldigi ailenin, ya da yetistigi cevrenin etkisinden kurtulamamis bir polis. Colin Sullivan (Matt Damon) ise kucuk yastan beri Costello'yla bagi olan ve onun polisin icinde kullandigi kostebegi. One gecmek, daha ileri gitmek icin herseyi yapan kirli polis. Film Colin'in karakteri ve Billy arasinda bir kovalamaca seklinde geciyor. Costello'yu Jack Nicholson oynuyor. Filmde bu isimler haricinde yine buyuk aktorler var : Martin Sheen, Mark Wahlberg, Alec Baldwin.

Oncelikle filmde sevdigim bazi seyler var, onlara degineyim. Bence muzikler cok guzeldi. Boston aksani da kulagima cok hos geldi. Oyunculuk olarak Leo, Jack ve Alec bence cok guzel is cikarmislar. Mark Wahlberg'i normalde sevmeme ragmen bu filmde iyi bulmadim, yardimci oyuncu Oscarina da aday gosterildi(almadi ama) anlayabilmis degilim. Onun disinda yonetmenlik olarak Martin Scorsese'nin en iyi filmi olmamasina ragmen bence guzeldi, degisikti.

Konunun detaylarina girmeden filmi neden cok sevmedigimi soylemek istiyorum. Bir kere cok uzundu. Konu belki bunu gerektirdi ama film cok uzundu. Filmin editi de boluk porcuktu, cok hizli aktigi ve bir suru isim oldugu icin bazi yerlerde takip etmek zor oldu. Iyi ki sinema da degil de evde DVD'de altyazili olarak izlemisiz. Ikincisi, cok fazla kufur vardi. Amerikan filmlerinin bir ozelligi bu ama bana gereksiz geldi. Gerci bu film icin belki hosgorulebilir ne de olsa polis-mafya. Onlardan kibar konusma beklenemez. Psikatrist kadini oynayan oyuncu basta olmak uzere, karakter gelisimi yoktu filmde. Filmi icinde olan insanlari sevdiginiz icin izliyorsunuz biraz, yoksa karakterlerine dahil pek bir fikir olusmuyor (Leo haric :)). Ucuncusu, bence bu senenin en iyi filmi degildi, ama ne oldu, cogu insanin izledigi bir filmdi, ayni kategoride yarisan filmlere nazaran daha genis bir kitleye hitap etti v.s...

Velhasil, The Departed muthis bir film degil. Izlenir mi izlenir. Martin ve Leo'nun uzerinde calistigi filmler arasinda suana kadar izledigim en kotusu bence.

Son soz olarak diyorum ki vaktiniz varsa izleyin, izleyemezseniz hayiflanmayin...

Iyi seyirler!